Bilim Kurgu Manyağı

Cypher, ne yaptın böyle?!

December 25, 2020 Gökhan Engin Season 1 Episode 2
Bilim Kurgu Manyağı
Cypher, ne yaptın böyle?!
Show Notes Transcript Chapter Markers

Bilim Kurgu Manyağı'nın ikinci bölümünde Matrix'ten Cypher'a amatör bir psikanaliz yapıyoruz, daha sonra Asimov'un robotik kanunlarını ve insanların yapay zeka ve robot korkularını hatırlıyor ve Andy Weir'ın bir kitabından bahsederek bölümü tamamlıyoruz.  Kapanışta da Geleceğe Dönüş filminden Doc Brown'un bir sözünü anımsatıyoruz.

Merhaba, Bilim Kurgu Manyağı’na hoş geldiniz!  Ben Gökhan Engin, ve Bilim Kurgu dünyasıyla ilgili bu kısa podcast’te sizi ağırlamaktan çok mutluyum.  

(MÜZİK)

Bu yayında Bilim Kurgu dünyasının ilk bakışta göze görünür yüzünün arkasına bir göz atıp, bu ilk bakışla göremeyebileceğimiz ne gibi insan hikayeleri, ne gibi semboller, ne gibi fikirler ortaya çıkıyor, hep birlikte inceleyeceğiz.  

Neden mi Bilim Kurgu?  Çünkü Bilim Kurgu Tarih’e hep bir göz kırpar ve aslında insanlığın büyüme, yükselme ve özgürlük mücadelesini anlatır.  Bundan da keyifli bir konu olabilir mi?

(MÜZİK)

Başlamadan formatı da çok kısa hatırlatayım.  Podcast 2 ana kısımdan oluşuyor.  

İlk kısımda bir insan hikayesine bakıyoruz.   Burada bilim kurgu dünyasından bir karakteri inceleyeceğiz ve empati kurarak onu anlamaya çalışacağız.

İkinci kısımda ise yine Bilim Kurgu dünyasında gördüğüm ve günümüzdeki bilimsel ya da felsefi tartışmalarla ilgisi olan bir konuyu konuşacağız. 

Kapanışa geçmeden önce de kısa bir şekilde, çok severek okuduğum ya da izlediğim bir Bilim Kurgu çalışmasından bahsedeceğim, belki okumamış ya da görmemiş olan bu vesileyle deneme fırsatı bulur.  

Bugün 25 Aralık 2020.  Haydi başlayalım.

(MÜZİK)

Bugün, insan hikayelerinde, konuşmak istediğim karakter Matrix filminden Cypher.  

Matrix ve takip eden iki devam filmi çok popüler bir seri, bilmeyenimiz çok azdır sanırım.  Serinin ilk filmi 1999 tarihli Matrix bildiğiniz gibi bir distopia ve felaket hikayesi… hikayede, insanlığa karşı başkaldıran ve dünyayı ele geçiren yapay zekaya sahip makinelerle insanların savaşı anlatılıyor… Bu makineler insanları (vücutlarındaki elektriği) enerji kaynağı olarak kullanıyorlar çünkü diğer enerji kaynakları çok sınırlı… bunu yapabilmek için de insanları hayatları boyunca uyutup, esir edip, doğuştan itibaren sanal bir dünyada, bir hayal dünyasında yaşatmaktadırlar. Bir çeşit hayal dünyasında  hapsolan ve aslında gerçek bir yaşam yaşadıklarını sanan insanlar da büyük oranda bunu farketmeden nesiller boyunca bir esaret altında ezilmektedir.  Bu arada da vücutlarına bağlı cihazlarla yaşam enerjileri makinelere akmaktadır.

Bu filmin felsefi, bilimsel ve insani konularından yine burada bize çok konuşacak konu çıkar- ve ileride, gelecek bölümlerde bunlara da bakarız.  Her filmde olduğu gibi hatalar ve dalga geçilebilecek noktalar da mevcut, ama bu podcast’in yaklaşımı da o değil, biliyorsunuz.

Benim asıl incelemek istediğim ise Cypher’ın hikayesi… Diğer arkadaşları gibi, Cypher da Matrix denen bu sanal gerçeklik hapishanesinden Morpheus tarafından kurtarılmıştır.  Lideri ve diğer arkadaşlarıyla birlikte makinelere karşı mücadele etmektedir.  Fakat diğer arkadaşlarının aksine, Cypher bu hayattan hiç ama hiç memnun değildir.  Hatırlarsanız kimse aslında zorla Matrix’ten koparılmamaktadır aslında… Morpheus ve ekibi kurtaracakları kişilere “Matrix mi yoksa gerçek dünya mı” şeklinde bir seçim vermekte, sadece isteyenleri kurtarmakta, ve yine hatırlarsanız bunu da mavi hap / kırmızı hap şeklinde bir sembolik yaklaşımla uygulamaktadır.  

Cypher kendisinin bu seçim sırasında neden gerçek dünyayı seçtiği konusunda pişmanlık duymaktadır.  Birazdan inceleyeceğimiz diğer başka sebeplerin de etkisiyle, aslında Matrix’e geri dönmek istemektedir.  

Bunun sonucunda da makinelerle anlaşarak arkadaşlarını arkadan vurur ve öldürülmeden önce büyük zararlar verir.  Neden yapar bunu? Salt kötülük mü sebep?

Bunun birkaç sebebi var.  Biraz inceleyelim.

Öncelikle, ilk olarak, Matrix’ten kurtarılan ve gerçek dünya ile yüzleşen insanların durumu çok da parlak değildir.  Makinelerle mücadele çok zorludur, hem Matrix içinde Agent denilen programlarla hem de fiziksel dünyada Squid denilen robot insan avcılarıyla mücadele edilmektedir.  İçeride Matrix’te zaten bu Agent programlarıyla karşılaşanların hayatta kalma şansı yoktur, bu programlar belli kurallar içinde biraz da üçkağıt yaparak doğaüstü yeteneklerle insanları alt edebilmektedir.  Dışarıda ise robotları EMP yani elektromanyetik darbe silahı ile etkisiz hale getirmek mümkündür, ama bu yöntemin de riskleri ve eksiği gediği vardır. Geminize zarar verip robotların önünde kıyımı bekler şekilde kalıverme riski mevcuttur.  Dolayısıyla bu müdadeleyi veren insanlar çok havalı da olsalar, popüler ve takdir edilen kişiler de olsalar, sonları genelde hüsranla bitmektedir.  Yani çoğu insan çok umut da görememektedir bu mücadeleden...

İkinci sebep olarak, gerçek dünyadaki yaşam pek de konforlu değildir.  Zion isimli ve dünyamızda son sağlam kalan şehir olduğu söylenen bu insan topluluğunda üstüste altalta, korkuyla, açlıkla, yeraltında yaşamak orada doğanları çok rahatsız etmeyebilir, ama Matrix’ten koparılan kişiler için komforsuz ve tatsız bir hayattır.  Matrix’teki yaşam aslında, hele durumun farkında değilseniz, hiç fena değildir, günümüz dünyasındaki herhangi bir gelişmiş birinci dünya ülkesinin standartlarındadır.  Ayrıca şehir dışındaki gemilerde görev alıp fiziksel mücadeleye girenler için gemiler daha da sıkıntılıdır, tek cins tatsız bir yemek, soğuk, karanlık, yalnızlık, sürekli ölüm korkusu ve dar bir yerde 5-6 kişilik küçük bir grupla tıkılı kalmak gibi zorlukları vardır.

Üçüncü olarak, Morpheus biz seyircilere çok sempatik gelse de, gemide onun emrinde olanlar için, kaba tabirle, biraz gıcık bir karakterdir.  Morpheus’un Kahin tabir edilen karakterden etkilenerek heyecanla, belki biraz körce ve sabit fikirle inandığı bir efsane vardır.  Bu efsaneye göre seçilmiş bir kişi gelecek ve insanları özgürlüklerine kavuşturacak, makineleri yenecek ve bunu da kimsede olmayan sihirli yeteneklerle yapacaktır.  Gemide onunla yer alan ekip, diğer gemilerdeki görev alanlar, ve insanlığın yönetici kademelerindeki birçok kişi bu efsaneye inanmamakta, Morpheus’u bir nevi deli ya da en azından egzantirik bir hayalperest gibi görmekte, bir hayal dünyasında yaşadığını düşünmekte ve yöntemlerini de çok beğenmemektedir. Cypher da biraz böyle olabilir.

Dolayısıyla Cypher, bu üç ana sebepten dolayı seçimlerinden pişmanlık duymakta ve sonunu umutsuz gördüğü bu savaşı, hayal dünyasında yaşadığını düşündüğü bir liderin emrinde, hele de komforsuz ve tehlikeli bir şekilde sürdürmeyi hiç istememektedir.

Bunlara ek olarak, biri filmde görülen, diğeri de benim hissettiğim, iki kişisel sebep daha vardır. 

Bunlardan biri Cypher’ın Trinity’e duyduğu ya da duyduğunu sandığı aşk ya da tutku duygusudur.  Bunun ne kadar derin ya da gerçek bir duygu olduğunu bilemiyoruz maalesef.  Çünkü Neo gemiye gelmeden önceki dönemle ilgili çok bilgimiz yok.  Fakat Trinity’nin Neo’ya olan ilgisi gözle görülür şekilde hissedilmeye başlayınca, bunun Cypher’ı aksiyona geçmeye yönelten bir unsur olduğunu düşünüyorum.

İkincisi de Cypher’ın Morpheus’u da kıskanmasıdır.  Neo gelince Morpheus aradığı efsane kahramana kavuşmuş ve Neo da Neo, Neo da Neo, başka birşeyi düşünmez olmuştur. Bence Cypher Neo’ya bu yüzden içerlemekte, kendi olamadığı o “seçilmiş kahraman” olma ihtimalinin gerçek olabileceğini görmekte ve kendi yetersizliğini hissetmektedir.  Neden bu sihirli şeyleri sadece Neo yapabilmektedir?  Cypher da akıllı ve motive bir hacker’dır, neden Neo gibi herkesin kahramanı olamamıştır?

Biraz önce sıraladığımız tüm bu 5 temel sebep ve duygular Cypher’ı sonunda ihanete yönlendirir.  

Benim kafamdaki temel soru ise şu:  Cypher’ı ne kadar suçlayabiliriz?  Evet, yaptığı hareketlerle tüm insanlığı tehlikeye atmıştır.  Evet, arkadaşlarına ihanet etmiştir.  Evet, sonuçta insanlar ölmüştür.  Ama sebepleri yanlış mıdır?  Sırf kötülük olsun diye mi yapmıştır?  Ya da Cypher’ı normal bir insan gibi yargılayabilir miyiz?  Yaşadıkları sonucu muhakeme yeteneği ne haldedir?  Hatırlarsanız, Agent Smith ile anlaşmayı yaparken ünlü bir sözü vardır, “Cehalet Mutluluktur” der, “Ignorance is Bliss”.  Herşeyi unutup beyninden sildirip Matrix’te güzel bir hayat sürmek peşindedir.  Yaptıklarının olası sonuçlarını düşünürsek, çok da saçma bir istek değildir bu, değil mi?

Tüm bunlar bunu ilginç bir insan hikayesi yapıyor benim için.

Bilim Kurgu’nun bize hep soru sordurtmasını, bize insanlığın geleceği ve mevcut sıkıntıları ile ilgili yeni konular düşündürtmesini, ve hatta bazen kendi fikirlerimize bile şüphe duymamızı sağlamasını çok seviyorum.

(MÜZİK)

İkinci kısımda incelemek istediğim konu ise insanlardaki Robot ve Yapay Zeka korkusu… 

Bu konu, aslında bu podcast’te konuştuğumuz diğer konular gibi yine çok geniş bir konu tabii, ve bir kısa bölümle bitecek gibi de değil.  Ama bugün sadece belirli bir alana odaklanmak isterim, o da Isaac Asimov ve yarattığı Robotiğin 3 ana kuralı…

Isaac Asimov robot ve robotik konularını geniş kitlelere yaymış olan, ve bunu yaparken hikayelerini kendi bilimsel eğitimiyle ve zekasıyla da desteklediği için, bundan 70-80 yıl önce yazılmış olmalarına rağmen hala kendini okutturan birçok eserin sahibi…  Asimov’un robot hikayeleri ve romanları 20 bin yıllık bir dönemi kapsıyor, ve bu dönemin başında insanlığın robotları bulması, geliştirmesi, bunun sosyal ve kültürel etkileri, daha sonra uzay teknolojilerinin robotlar yardımıyla bulunması ve insanlığın başka gezegenlere yerleşmesi ile başlayan uzun bir imparatorluk hikayesinin başlangıcına bağlanıyor.

Asimov, belki de ondan öğrendiğim, Bilim Kurgu’da insan hikayelerine  odaklanma yaklaşımının da önemli temsilcilerinden… Karakterleriyle empati kurabilen, karakterlerinin arkasını ve içini dolduran, sadece teknolojik ve aksiyon öğelerini değil, insani öğeleri de eserlerine katmış bir sanatçı ve bilim adamı kendisi...

Hikayelerinde, robotların yaratılıp geliştirildiği ilk dönemlerde robotlara insanların yoğun bir duygusal tepkisi var… Asimov buna “Frankeştayn Kompleksi” diyor… Yani insanların robotlara karşı duyduğu içgüdüsel korku, güvensizlik, endişe ve düşmanlık duyguları…  Kendisinin öngörüsü olan bu olayın gerçekten yaşanacağından ve önümüzdeki yıllarda bunu göreceğimizden benim hiç süphem yok.

Asimov’un yarattığı bu evrende, insanlar bu tepkileri yüzünden robotları kullanmaktan kaçınmakta, onlardan korkmakta, ve onları kamusal alanlarda ve evlerinde istememektedir.  Bazı hikayelerinde fiziksel şiddete kadar varabilen bu güvensizlik duygusu, genel olarak bilimsel ilerlemeyi engellemekte, robotların ve otomasyonun insanlığa olan faydalarının önünü kesmekte, dolayısıyla nihai olarak diğer güneş sistemlerinin kolonizasyonunu da engellemektedir aslında.   Bunu da insanlığın kaderi ve hakettiği konum önünde ciddi bir engel olarak düşünebiliriz.  Düşünün, sadece bir gezegende hapis kalmış ve birbirini yiyen bir topluluk olmak yerine, evrene kollarını açmış ve bomboş güneş sistemlerini hayatla doldurmuş bir insanlık sanırım hepimize çok daha çekici geliyor.

Asimov’un anlattığı bu dünyada, bilim adamları, robotların beyinlerine bazı güvenlik kontrolleri koyarak bu tepkiyi ve engeli aşmayı düşünürler.  Bunun için Robotiğin 3 Temel Kanunu diyebileceğimiz bir yapı oluştururlar.  Bunlar sadece bir söz dizisi değildir, robotların kafalarındaki teknik kuralların ve programların da söze dökülmüş halidir aslında.  

Nedir bunlar?

Robotlar, insanlara zarar veremez ya da eylemsiz kalarak onlara zarar gelmesine göz yumamaz. 
Robotlar, Birinci Kanun'la çakışmadığı sürece insanlar tarafından verilen emirlere itaat etmek zorundadır. 
Robotlar, Birinci ya da İkinci Kanun'la çakışmadığı sürece kendi varlıklarını korumak zorundadır.

Bu 3 kural ile, insanların kendilerini güvende ve kontrolde hissetmeleri sağlanırken, kötü niyetli bazı kişilerin de pahalı birer yatırım olan robotlara zarar vermesi de engellemeye çalışılır.  Bu kurallar sayesinde robotlar sosyal hayata girebilir hale gelir.  Tabii bu başarı kısmen olur, çünkü Asimov okurlarının bildiği gibi, Dünyadaki insanlar daha sonra yine farklı bir sebeple robotlardan uzaklaşır ve robotlar güçlü ve refah içinde yaşayan Uzaycı kolonilerinin bir özelliği haline gelir.

Terminator, Matrix, Ex Machina, Morgan ve Robocop gibi Bilim Kurgu filmlerinde, genellikle yapay zekaya sahip bu robotların nihai olarak şiddete başvurduğunu, insanları kontrol ya da manipüle ettiklerini, ve hatta bazen topluca yok etmeye kadar gittiklerini görüyoruz.  

Dolayısıyla bu filmlerle de beslenmiş bir popüler kültürde yetişmiş insanların, daha önce bahsettiğim içgüdüsel korkularla da desteklendiğinde, zamanı geldiğinde robotlara tamamen güvenemeyeceğini kolayca öngörebiliriz.  

Burada da, nasıl Jules Verne’in 19.yüzyılda yazdığı denizaltı ve aya giden roket gibi unsurların gerçekleşmiş olduğunu görüyorsak, bir gün Asimov’un robotik kanunlarının da aynen ya da benzer şekilde gerçekleşeceğini göreceğimizi biliyorum.

Çünkü Bilim Kurgu, bir öngörü sanatıdır, renkli dekorlar ve hikayelerle bunu saklamaya çalışır sadece.  Kimilerimiz bunlara masumca aldanır, kimilerimiz ise bunların ötesine bakabilir.

(MÜZİK)

Kapanışa geçmeden, bu bölümün tavsiyesini de paylaşmak isterim.  

Andy Weir’den “Artemis: A Novel” isimli romanı okumanızı tavsiye ediyorum.  Andy Weir, bazılarınızın bildiği gibi, popüler Hollywood filmi “The Martian”’ın yazarı.  “The Martian” romanını zaten okumalısınız, ve okuyacaksınız diye düşündüğümden onu zaten tavsiyeme koymadım.  Ama “Artemis” kitabını da çok beğendim ve çok keyifle okudum.  Bu sefer macera Ay’da geçiyor ve Ay’daki insan yerleşkesi ve yaşamı ile ilgili çok değişik öngörüler ve fikirler içeriyor.  Amazon’daki değerlendirmelere de bakacaksınız biliyorum, ama tavsiyem şu ki, açık fikirle kitabı okuyun, ve her zamanki gibi kendi kararınızı kendiniz verin.  Çok uzak geçmişe bakmayan, günümüzün ekonomik ve sosyal yapısının Ay ve benzeri kolonilerde nasıl gelişeceğini hayal eden, belki 50 yıl içinde gerçekleşebilecek konuları tartışan bir bilim kurgu çalışması bu ve  okumaya değer.  Hem de çok eğlenceli...

(MÜZİK)

Evet, ikinci bölümün sonuna yaklaştık.  

Bölümü, Bilim Kurgu dünyasının çok keyifli ve tanınmış serilerinden Geleceğe Dönüş (“Back to the Future”) filmlerinin Doc Brown’unun bir sözüyle bitireyim.  Doc Brown, Marty’e inşa etmiş olduğu zaman makinesini ilk gösterdiğinde, Marty tabii ki çok şaşırır ve heyecanlanır, “Bir zaman makinesi mi yaptın?  Hem de bir DeLorean marka arabadan mı?!” şeklinde konuşur.  Doc Brown da hatırlarsanız “Bir arabadan zaman makinesi yapacaksan, neden seçkin ve havalı olmasın?” şeklinde bir yanıt verir.  

Bu söz benim de hep düsturum olmuştur, hem iş hayatımda hem de özel projelerimde… Birşeyi yapacaksak, hakettiği gibi özenle, zevkle ve olumlu enerjiyle yapalım, bunu yaparken kendimizi çok da ciddiye almayalım, ama başkalarının önyargılarının ve olumsuz fikirlerinin de bizi durdurmasına hiç izin vermeyelim.

Böylece bu bölümün sonuna geldik.  Bilim Kurgu Manyağı ben Gökhan Engin, hepinize sevgiler ve selamlar.  Okuyun, İzleyin, Merak Edin.  

Tekrar görüşmek üzere. 

(MÜZİK)

Açılış
Kısa bir giriş
İnsan Hikayeleri: Cypher
Hayattan Konular: Robot Korkusu
Tavsiyeler: Artemis: A Novel
Kapanış