Bilim Kurgu Manyağı

John'un Cesur Yeni Dünyası

June 06, 2021 Gökhan Engin Season 1 Episode 5
Bilim Kurgu Manyağı
John'un Cesur Yeni Dünyası
Show Notes Transcript Chapter Markers

Bilim Kurgu Manyağı'nın beşinci bölümünde Brave New World (Cesur Yeni Dünya) kitabında bizleri ağlatan John (Vahşi) karakterini tartışıyoruz, daha sonra Star Trek evreninde görüp unutamadığımız ve ister istemez düşündüğümüz gariplikleri (yine sadakatle) kısaca inceliyoruz ve yeni çıkan Star Trek Lower Decks çizgi film dizisinden bahsederek bölümü tamamlıyoruz.  Kapanışta da Aliens filminden Vasquez'in bir sözünü anımsatıyoruz.

Merhaba, Bilim Kurgu Manyağı’na hoş geldiniz!  Ben Gökhan Engin, ve Bilim Kurgu dünyasıyla ilgili bu kısa podcast’te sizi ağırlamaktan çok mutluyum.  

(MÜZİK)

Bu yayında Bilim Kurgu dünyasının ilk bakışta göze görünür yüzünün arkasına bir göz atıp, bu ilk bakışla göremeyebileceğimiz ne gibi insan hikayeleri, ne gibi semboller, ne gibi fikirler ortaya çıkıyor, hep birlikte inceleyeceğiz.  

Neden mi Bilim Kurgu?  Çünkü Bilim Kurgu Tarih’e hep bir göz kırpar ve aslında insanlığın büyüme, yükselme ve özgürlük mücadelesini anlatır.  Bundan da keyifli bir konu olabilir mi?

(MÜZİK)

Başlamadan formatı da çok kısa hatırlatayım.  Podcast 2 ana kısımdan oluşuyor.  

İlk kısımda bir insan hikayesine bakıyoruz.   Burada bilim kurgu dünyasından bir karakteri inceleyeceğiz ve empati kurarak onu anlamaya çalışacağız.

İkinci kısımda ise yine Bilim Kurgu dünyasında gördüğüm ve günümüzdeki bilimsel ya da felsefi tartışmalarla ilgisi olan bir konuyu konuşacağız. 

Kapanışa geçmeden önce de kısa bir şekilde, çok severek okuduğum ya da izlediğim bir Bilim Kurgu çalışmasından bahsedeceğim, belki okumamış ya da görmemiş olan bu vesileyle deneme fırsatı bulur.  

Bugün 6 Haziran 2021.  Biraz ara vermişiz değil mi?  Geç olsun, güç olmasın.  Haydi - başlayalım.

(MÜZİK)

Bugün, insan hikayelerinde, üzerinde konuşmak istediğim karakter Brave New World’den John.  

Bu eser hakkında konuşmak çok zorlayıcı çünkü dünyada devrim yaptığına inandığım klasiklerden biri bu kitap.  Bazen haddime düşer mi diye düşündüğüm olur.  Ama günün sonunda, burada konuşmayacaksak da nerede konuşacağız :)  Biz konuşmasak da kim konuşacak?  

Bilim Kurgu dünyasına ucundan bile bulaştıysanız bu kitabı okumamış olmamanız büyük bir kayıp olur.  Bilim Kurgu sevmiyorsanız bile okumalısınız, dünyanın geleceği ile ilgili düşünceler sunar.  Brave New World dilimize Cesur Yeni Dünya olarak çevrilmiş ve Türkçe olarak da yayınlanmıştır.  Tüm çevirmenlerimize çok büyük saygı duyuyorum, yalnız kalbimden gelerek şunu söylemek isterim ki, genel olarak, nacizane önerim, bir eser ülkemizde öğretilen - genel kabul görmüş dillerden birinde ya da sizin aileden-okuldan bildiğiniz bir dilde yazıldıysa, eseri yazıldığı dilde okumanızdır.   

Tabii maalesef, örneğin Lem’in kitaplarını Lehçe okumak her babayiğidin harcı değil :)

Brave New World dünyasını uzun ve tek bir cümleyle (nedense) anlatmak gerekirse - 24. Yüzyılda insanların anne karnı dışında suni döllenme  ile yetiştirildiği, genetik olarak belirli tiplere ve sınıflara ayrıldığı, herkesin doğumdan itibaren psikolojisinin ve beyninin koşullandırıldığı, buna göre  toplumda değişmez rollerin bulunduğu, kritik düşünce ve yaratıcılığın engellendiği ve huzur ve düzenin çok önemle merkeze konduğu, bunun da kimyasal maddelerde sağlandığı garip bir geleceği anlatıyor.  Aile ve ebeveyn kavramı olmadığı için sosyal ve cinsel ilişkilerde tek eşlilik, sahip olmak, aşk, çocuk sevgisi, anne babaya duyulan sevgi ve kıskançlık gibi kavramlar yaşanmamaktadır ve hatta bunlar tehlikeli sapkınlık olarak görülmekte ve ilaçla tedavi edilmektedir.  İnsanlar ölene kadar genç ve sağlıklı kalır, ölüme karşı duyulan üzüntü beyin yıkanarak giderilmiş ve diyet-light bir yaşam oluşturulmuştur.  Herkes kendi genetik ve sosyal sınıfı içinde mutlu ve huzurludur, ona göre yaratılmış ve beyni yıkanarak koşullandırılmıştır. Soma denilen tehlikesiz uyuşturucu sayesinde de herkesin kafası iyidir zaten, kimse stres-mutsuzluk hissetmez :)  Din, Ahlak, Namus gibi kavramlar kalmamış, edebiyat ve sanat da sadece mekanik ve içi boşaltılmış bir haldedir.  Hala eski klasik eserlerin saklandığını ve sınırlı sayıda yöneticinin bunlara erişebildiğini de hatırlayalım.

Bu uzun girişten sonra, konumuza gelelim.  

John bu dünyanın dışında, az sayıda “ilkel” tabir edilen insan topluluğunun yaşadığı bir nevi koruma bölgesinde yaşamaktadır.  Konfor, temizlik ve sanat gibi lükslerden uzaktırlar burada yaşayanlar.  John’un annesi, dışarıdaki modern dünyadandır, bir tatil sırasında bir kaza sonucu buraya düşmüş ve öldü sanılarak unutulmuştur.  Tatili sırasında yanlışlıkla hamile kalıp bu ilkel yerde de John’u doğurmuştur.  John bu barbar ve geri kalmış toplumda, babasız ve dışlanmış, sürekli alay edilen ve dayak yiyen değişik bir çocuk olarak büyür.  Annesinin erkek arkadaşlarının gece ziyaretlerinin travmasını yaşar, ama bir tanesinin ona bulduğu eski Shakespear kitabıyla dünyası değişmiştir.  Aşk, fedakarlık, inandığı şey ya da sevdiği kadın uğruna acı çekme gibi romantik ve eski kalmış idealleri vardır. 

John sonunda bulunur ve annesiyle modern dünyaya döndürülür.  İlginç davranışları, konuşmaları ve koşullandırılmamış özgür doğmuş beyniyle popüler bir eğlence aracı olur.  Anne karnında doğması onu biraz da sapıkça bir ilgi konusu yapmaktadır.  Herkes onu kullanarak eğlenmeye, hava atmaya ya da kendisine güç edinmeye çalışır.  Sonunda John, bu yapay dünyadan, beyni yıkanmış ve normal insan tepkileri vermeyen insanlardan, ve namussuzluk olarak gördüğü davranışlardan yılarak, annesinin de ölmesiyle bunalıma girerek, aşık olduğunu sandığı kadının da duygusuz olarak gördüğü davranışlarından sonra, intihar eder.  

Aslında, insan hikayelerinde, sormak istediğim konu şu: John’un intiharı gerçekten gerekli miydi?  Neden intihar ettiği ile ilgili bazı düşüncelerim var.  Fakat bu nedenler doğru mudur?  Yani aslında, John intihar etmeseydi olmaz mıydı?

Sonun hemen öncesinde dünyanın 10 yöneticisinden biri olan Mustafa Mond ile John’un konuşması bir klasiktir.  Burada John, tanrıya inanmanın doğal olup olmadığını sorar.  Neden artık sanatın boş olduğunu, acı çekmenin bir anlamı kalıp kalmadığını, aile-aşk-hakkaniyet gibi soylu duyguların neden artık olmadığını sorar.  Mustafa Mond’un cevabı nettir… artık insanların neye inanmak üzere koşullandırıldılarsa ona inandıklarını söyler.  

Sanırım John’u kıran son darbe bu olur, kitaplardan okuyarak doğru bildiği herşeyin artık bir hayalden ibaret olduğunu ve koskoca bir dünyayla tek başına mücadele edemeyeceğini görür.  

Peki John intihar etmese olur muydu?  Bence hayır.  Ben çok üzüldüm ve ziyan olduğunu düşündüm.  Fakat bence John, kendi yalnızlığını ve güçsüzlüğünü gördü.  Beyni yıkanmış insanlarla yaşadıklarını düşündüğünde, bu yeni cesur dünyada yaşayamayacağını gördü.

Fakat neden tekrar ilkel kabile yaşamına dönmeyi istemedi?  Ya da neden Mustafa Mond’dan kendisini sürgüne göndermesini istemedi?  Sürgünde rahatça eski eserleri okuyabilir, düşünebilir, kendi de yazabilirdi.  Neden Helmholtz Watson ile birlikte sürgüne gitmedi? İkisinin de bu yeni dünyaya benzer hisleri vardı. Yoksa aşık olduğunu sandığı kadına şiddet uyguladığı ve bundan suçluluk duyduğu için mi bunları denemedi?  İkinci bir şansı haketmediğini mi düşündü?  

John, bu son davranışıyla, Helmholtz Watson kadar insanlığını hissettiremedi bana. Nedense acele ve dar bir bakışla hayatını sonlandırmayı seçtiğini hissettim hep. Hayatta kalarak, bu sistem içinde kendi istediği gibi yaşayarak, asiliğini devam ettirmedi, vazgeçti ve oyundan çıktı.  Mustafa Mond ona destek olurdu bence.  Bu kitabın sonu, kaç kere okursam okuyayım, ki senede en az bir kere tekrar okurum, içimde hep bir burukluk bırakır.  John için hep, sanki tanıdığım biri ölmüş gibi, içim sızlar.

Bazen kabuslarımız uzay canavarları ya da uzaydan gelen istilacılar olarak karşımıza çıkmaz... kendi kendimize yarattığımız cesur yeni dünyalar da kabus olabilir.  Bunlara karşı hazır olmak için Bilim Kurgu’ya güvenmemizden daha doğal ne olabilir?

(MÜZİK)

İkinci kısımda bahsetmek istediğim konu ise Star Trek evreninde bazen saçma olarak aklıma takılan gündelik konular.  Bilmiyorum sizin de bazen aklınıza gelen şeyler var mı böyle?  Ben bazen bunları düşünüp hayal kırıklığına da uğruyorum.  Bunları, bazen önemsiz olan, ama yaratılan evrenin gerçekçiliğine zarar veren konular olarak görüyorum.

Üç konudan bahsedeyim.  İlki, temizlik konusu… Star Trek dünyasında Enterprise, Voyager, ve benzeri birçok gemi gördüm.  Bir sürü koridor, sürekli bir hareket, bir sürü insan… Dışarıdan gelen bir sürü ziyaretçi… bir sürü dış görev… Uzay gemisinin temizliğinin nasıl yapıldığı hiç düşündünüz mü?  Seyrettiğiniz dizi ya da filmlerde hiç bakım, temizlik, idare çalışanı tarzı ekipler gördünüz mü?  Komik gelebilir ama, pratik olarak aklıma takılıyor, bu kadar insanın yaşadığı ve görev yaptığı kapalı bir ortamda, sizce bu konu nasıl hallediliyordur?  Gerçi Voyager’da Neelix geminin aşçılığı gibi bir rolü kendine görev edinir, yani bu tür destek rolleri arada görülüyor.  Orada da gerçi “replicator” cihazı varken aşçıya ne gerek var gibi bir itiraz da hatırlarsanız dillendirilir.  Otomatik bir cihaz ya da sistem de hiç göremedim, belki seyretmediğim bir bölümde olmuş olabilir. Kimbilir?

İkincisi, yine Star Trek evreninde, phaser tabir ettiğimiz ışın silahı üzerine… Ayarı en üst seviyeye çekildiğinde, hedefindeki şahsı buharlaştıran bu silah, sizce gerçekçi mi?  Ben her böyle bir sahne görünce, hafif üzülüyorum. Keşke bilimsel sınırlarda kalınsa… Bayıltma ayarı gibi şeyler mantıklı ama buharlaştırma olayını hiç kabullenemiyorum.  

Gerçi Star Trek bu konuda çok suçlanır biliyorsunuz, “pseudo science” yani “çakma bilim” içerikli çok diyalog olduğu söylenir.  Bazen bana da öyle geliyor doğru.  Ama aynı zamanda, belki şu anda anlayamadığımız bilimsel olgularla gelecekte bazı şeyler mümkün olamaz mı?  Bize mantıksız gelmesi ileride olmayacağı anlamına gelir mi?  Ben aslında bu sinir olduğum phaser olayının sebebinin 60’lı yıllardan, orjinal diziden miras kaldığını düşünüyorum.  Oradan kaldığı için de devam ettirilen bir gelenek olmuş sanki.  

Dünyalar Savaşı’nın Tom Cruise’ın oynadığı yenice denemesinde de benzer bir buharlaşma yaklaşımı var bu arada, çok etkileyici ve güzel bir efekt, ama hala kafamı karıştırıyor.  O filmi de seyredin bu arada seyretmediyseniz.

Seyredecek, okuyacak, dinleyecek ne kadar çok şey var değil mi?

Üçüncü olarak, beni yine çok hayal kırıklığına uğratan başka bir konu da, universal translator, yani evrensel tercüme cihazı.  Yeni bir ırkla tanışmanıza rağmen anında çeviriye başlayabilen, sadece çeviriyi yani İngilizce diyaloğu duyduğunuz, orijinal diyaloğu dili hafifte olsa arkadan hiç duyamadığınız, garip bir durum değil mi bu?  Dizi ya da film anlaşılır olsun, seyirci yorulmasın diye mi yapılmış, yoksa yine eskiden kalan bir gelenek alışkanlık mı bilemiyorum.  Ama Voyager’da Delta kadranında bile yepyeni ırklarla karşılaşıp anında çeviri beklemek biraz saçma değil mi?  Bari biraz machine learning için zaman bıraksaydınız.  Birkaç Star Trek bölümünde aletin çalışmadığı oldu ama genelde sular seller gibi çeviriyor valla.  Acaba insanların beynine çip falan mı takılıyor diye düşündüm, ama ilk kez karşılaşılan uzaylılarda da çalıştığına göre o da değil… 

Diyeceksiniz, Bilim Kurgu dizisinde mantık arayıp, bulamayınca üzülmen de ayrı saçma… Ne diyeyim, siz de haklısınız.

Bilim Kurgu, tüm bunlara rağmen, bizi içine çekip yeni dünyalara götürmesiyle sadece beynimize değil, kalbimize de hitap etmiyor mu?  

(MÜZİK)

Kapanışa geçmeden, bu bölümün tavsiyesini de paylaşmak isterim.  

Bugün tavsiye edeceğim bilim kurgu eseri, aslında bir çizgi film serisi, Star Trek Lower Decks.  Amazon Prime’da vardı sanırım.  Star Trek evreninde geçen, ama bu sefer uzay gemisindeki rütbesi düşük, okuldan yeni mezun ve kaybedenler olarak görebileceğimiz karakterlerin maceralarını anlatan çok keyifli bir seri.  Ben çok eğlenerek, bazen etkilenerek, bazen de Voyager ya da TNG gibi dizilere referansları görüp heyecanlanarak ilk sezonu tek oturuşta bitirdim.  Seyretmenizi tavsiye ederim.  Tam benim gibi geeklere göre… 

Star Trek dünyasının sadece Kirk, Pickard ya da Janeway gibi karakterlerden oluşmadığını görünce hınzırca bir keyif alacaksınız.

Bu arada okumadıysanız, konu gelmişken, John Scalzi’nin de Redshirts, yani Kırmızı Gömlekliler kitabını mutlaka okumalısınız.  Bu da o tarz bir hikaye ve çok çok keyifli.  Oğluma bile 12 yaşındayken okutturdum.  Herhalde okuduğu yegane normal kitaplardandır.  Normal deyince, anladınız siz onu…

Bilim kurgu kendisiyle dalga geçebildiği zaman daha da keyifli oluyor değil mi?

(MÜZİK)

Evet, beşinci bölümün sonuna yaklaştık.  

Bölümü, Alien serisinin ikinci filmi olan Aliens filminden bir anekdot ile bitirmek isterim. Biliyorsunuz bu ikinci film, hareketli savaş sahneleri ve aksiyon filmi havasıyla gönüllerde apayrı bir taht kurmuştur bilim kurgu dünyasında.  Çok sevdiğim karakterlerden Vasquez’in yaratıklar saldırmaya başlayınca, emirle yasaklanmasına rağmen emirlere karşı gelip o devasa smartgun’ı ile ateş etmeye başladığı an tam bir adrenalin bombasıdır.  Filmin de kırılım noktasıdır o ayrı.  Vasquez o anda “Let’s Rock!” diye bağırarak o cehennemi silahını konuşturmaya başlar... yani yeter ulan, haydin rock’n’roll zamanı der gibi.  

Gerçi sonunda tüm santrali patlatacak termo nükleer patlamayı tetikleyen kurşunların çıktığı silah da Vasquez’inkidir belki?  Kimbilir?

Ben de ne zaman zor bir işe başlamak üzereyim, zorlu bir müşteri sunumuna gireceğim ya da stresli bir şeyi başarmak üzere yola çıkıyorum -- Vasquez’in o diyaloğunu kulağımda duyarım, düşünmeyi bırakır kendimi adrenaline teslim ederim.  Hep işe yarar.

Bilim Kurgu dünyasında da, gerçek hayatta da, bazen “ne olacaksa olsun” diyerek, bazen de hayatta kalmak için, düşünmeden deli cesaretiyle bir şeyler yaptığımız olmuyor mu?

(MÜZİK)

Böylece bu bölümün sonuna geldik.  Bilim Kurgu Manyağı ben Gökhan Engin, hepinize sevgiler ve selamlar.  Okuyun, İzleyin, Merak Edin.  

Tekrar görüşmek üzere. 

(MÜZİK)

Açılış
Kısa bir giriş
İnsan Hikayeleri: Vahşi John
Hayattan Hikayeler: Star Trek Gemileri Temizleniyor mu?
Tavsiyeler: Star Trek Lower Decks
Kapanış